“İlişkilerLabirenti” yazımın daha başında belirtmiştim; giderek artan
ayrılıklar beni günümüzdeki kadın-erkek ilişkilerini
sorgulamaya itiyor diye... Ayrılıklarda sık karşılaşılan
nedenlerin başında aldatma geldiği için yazı dizisinin ilk
bölümünü bu konuya ayırmak istedim. Ancak bu yazıda kim neden
aldatır gibi derin konulara girmeyeceğim; sadece bu vesile ile
ortaya çıkan bir duygudan bahsedeceğim.
Aldatmayla
ilgili çok hikaye duydum, birkaç tanesi gözümün önünde
gerçekleşti ancak aldatılan tarafın hissettiği acıya hiç bu
kadar yakından tanık olmamıştım. Tanık olduğum acıyı
hisseden; 20'li yaşlarında iken 40'lı yaşlarda bir adamla
evlenip, tek çocuklu bir aile kurmuş, genç ve aslında hayat ve
sevgi dolu bir kadın. Hikayenin kahramanlarıyla ilgili ayrıntılara
girmek istemiyorum çünkü asıl amacım, aldatma anlaşıldığında
ortaya çıkan duyguları ve duruşları birçok açıdan tarif
edebilmek...
Bu
hikayede aldatma defalarca tekrarlanan bir davranışa dönüşmüş.
Zaten sadece bir kez olsa ne olacaktı ki? Belki acısı daha hafif
olurdu. İşin garip tarafı, aldatma umarsızca çoğaldıkça
aldatılan tarafın hissettiği acının, çan eğrisindeki gibi
duyarsızlığa doğru azalması. Sanırım benim tanık olduğum acı
da, en tepe noktaya ulaşıp yavaş yavaş aşağıya doğru
meyletmeye başlamıştı. Bana bunu düşündüren, konuşmanın
sonuna doğru kadında hissettiğim soğukluk ve kayıtsızlık oldu.
O kolonya dökülmüş açık yara gibi cayır cayır yanan yürek
birden soğudu, tuzla buzla olmuş cam parçaları gibi yanaklardan
süzülen gözyaşları dondu... Oysa birkaç dakika önce bunun
yakaladığı kaçıncı mesaj olduğunu, her affedişinden bir-iki
ay sonra aynı olayların tekrar yaşandığını, buna artık
dayanamayacağını anlatıyordu ağlayarak...
“Acaba
seviştiler mi?”, “Şimdi buradayım diyor, kesin onun yanında”,
“Telefonunu açmadığına göre kim bilir neyin peşinde yine”,
“O .......da bende olmayan ne var?” gibi sorularının kıskacında
geçen günler-geceler bir kadına neler yaptırabilir? Eşiyle bu
konuyu konuşmak istediğinde; sadece böyle bir şey olmadığına
dair teminatlar, çok bariz yakalanmalarda üçüncü şahsa
atfedilen uygunsuz davranışlar ve hatta özel alana müdahale
yapıldığına dair suçlamalar duyarsa bir kadın ne hisseder?
Duyduklarına inanmak ister; onurunu korumak için, sevildiğine ve
değer verildiğine inanmak için, bütün bunların birazdan
uyanılacak bir kabus gibi kısa süre sonra son bulacağı ümidine
tutunmak için... Öyle bir çıkmazdır ki bu, inanmaya teslim olsa
da olmasa da şüpheler rahat bırakmaz onu.
Ne
yazık ki tanık olduğum bu durum, sadece derin bir acı ve
arkasından gelen kayıtsızlıkla sınırlı kalmadı. Hikayenin
kahramanı kadına, yıllardır acısını katlaya katlaya çan
eğrisinin tepesine çıkaran bu “kaçamaklara anne olduğu için
katlanması ve mücadele etmesi gerektiği” tavsiye edildi. Bu
tavsiyelere bir de “zaten eskiden beri böyle olduğunu biliyordun”
sorumluluğu eklendi. Hiç kimse tarif edilen acıyı dinlemek
istemedi; “ortada bir çocuk var” gerçeğinin defalarca altı
çizilerek dikkatler orada bulunmayan bir kurbanın üzerine çekildi.
Kadına da, acısına da, isyanına da orada yer verilmedi... Bu
tepkiyi de anlıyorum aslında. Acı o kadar derin ve etkili ki,
kimse bunu eşit paylaşmak istemez. Akla-mantığa kaçarak acıyı
halının altına süpürmek daha zahmetsizdir. Zaten bu genç
kadının içindeki yanardağın birden soğumasında, aniden “üstüne
boşaltılan yangın tüpü” de etkili olmuş olabilir.
Defalarca
aldatılmak, gerçekten insanın kalbinde derin bir yara açar. Bu
kadar yaralı bir insanın karşısında söz biter, iş yüreğe
kalır. Cesareti ve dayanma gücü olan, kendini aldatılanın yerine
koyar; bir anlamda acı çekenin yükünü hafifletmek için kendi
yüreğini ödünç verir. Aldatılanın beş çocuğu da olsa dövüne
dövüne isyan etmeye, bağıra çağıra ağlamaya hakkı vardır.
Bu tür acı başka türlü geçmez; bunun sekiz saatte bir alınan
antibiyotiği, çabucak geçmesini sağlayan bitkisel mucizesi filan
yoktur. Hatta anlaşılmayan, paylaşılmayan acı çok tehlikeli
olabilir çünkü uzun süre sonra öfkeye ve nefrete dönüşür,
neye değerse kezzap gibi deler geçer...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder