Bu
sabah kardeşimle konuşuyorduk. Ayrılan çiftlerden bahsederken,
“Sahi, onlar neden ayrılmıştı?” diye sordum. Önce çok
klasik bir sebep söyledi; erkek tarafı “rahat durmamış”.
Sonra “rahat durmama” sonucuna ulaştıran nedenler zincirinin
başında, aslında kadınların “tipik” davranışlarını
gördüğünü söyledi. Türk kadınları evlendikten sonra kendini
bırakmaya, evlilikte heyecanın taze kalmasına yönelik bir çaba
göstermemeye meyilliymiş. İçimden güldüm; aynı şeyi ben de
erkekler için rahatlıkla iddia edebilirdim, üstelik tüm dünyadaki
erkekler için...
Ancak
artık mesleğim nedeniyle sorumluluğu sadece bir tarafa yüklemeye
vicdanım elvermiyor. Eskiden olsa verip veriştirirdim. Ama artık
içimdeki hınzır el sopaya doğru uzansa da, öyle sopayı
tuttuğuyla kalıyor. O sopayı bütün gücümle adamların kafasına
kafasına vurma fantezisine bile geçiş yapamıyorum. Yıllardır
insan psikolojisinin derinliklerine dalıyor olmanın getirdiği
bilgi birikimi ve bu birikimle yaşanan deneyimler sonucunda,
sorumluluk bilincim de şekil değiştirdi. Ata Demirer'in Eyvah
Eyvah filmindeki şiveli repliğindeki gibi, “Senden ötürü!!!”
diyemiyorum artık kolay kolay... Ortada bir sorun varsa, bunu
farkında olarak ya da olmayarak yaratan da, devam ettiren de,
bitiren de hep iki taraf...
Kadın-erkek
ilişkilerinde yıpranma ve kopma aslında bir reaksiyon zinciri. Hiç
kimse mükemmel değil; hepimizin ideal olmayan davranışları
oluyor. Herkesin sağ tarafından güle oynaya kalktığı gün var,
sol tarafından “Batsın bu dünya” diye kalktığı gün var...
Güzel sürprizlerle geçen rüya gibi gün var, bir gelmeye başladı
mı bütün tersliklerin üst üste yakamıza yapıştığı gün
var... Bütün bunları yaşarken içinde bulunduğumuz ruh halleri
de farklı. Üstelik kimimiz yaşadıklarına gecikmeden tepki
verebilirken kimimiz duygularını içinde biriktirip olmadık yerde
faiziyle havai fişekler gibi patlamayı tercih ediyor. Hal böyleyken
herkes kendi içindeki mücadelenin akıntısına kapılıp gidiyor.
Hayat da o kadar hızlı ve acımasız akıyor ki, boğulmayayım
diye debelenirken kenardaki dalı görüp tutunmaya hacet yok...
O
kadar kolay ki artık ilişkilerin incelmesi ve kopması, bana bu
gidişat çok üzücü görünüyor. Etrafıma baktığımda bir sürü
yarım bırakılmış inşaat görüyorum; daha birinci kat bile
bitmemiş, iki-üç tane tuğla dizilmiş özensizce, o kadar...
Fizibilite aşamasında vazgeçmeyi anlayabiliyorum; arsa projeye
uygun değildir (!), maliyet bütçeyi kat be kat aşıyordur (!) ya
da gelecekte prim yapmayacak bir yatırımdır (!); vazgeçilir.
Ancak bugünkü “ilişki denemeleri”nde böyle bir durum söz
konusu değil. Proje mroje Hak getire; alelacele bir temel atılıyor,
daha yerine oturmadan üstüne de bir-iki tuğla... Sonra sağda
solda ilk çökmeler başladığında da “aaaa bu inşaat olmadı,
hiç sağlam değil” deyip inşaat alanı terk ediliyor. Bu
senaryonun en acıklı versiyonu, tam da o tuğlalar gelişigüzel
yerleştirilirken bir çocuk dünyaya geldiğinde ortaya çıkıyor.
Yapacak bir şey yok; sorunlu bir projenin kaçınılmaz çöküşünün
faturası, o çocuğa da ödetiliyor. Aynı özensizlik devam ettiği
sürece o çocuk hayattan ne öğrenir, büyüdüğünde kendisi
nasıl projelere imza atar, bilemeyiz...
Şimdi
televizyonda “Küçük Ağa” adlı yeni bir dizi başladı.
Birkaç bölümünü izledim. Bu konuya benzer bir hikayesi var.
Başrollerde bu çağın kadınını ve erkeğini temsil eden iki
karakter ile ebeveynlerinin boşanmasından muzdarip bir minik
kahraman var. Bu dizide gördüğüm birçok sahne, meslek hayatımın
konuları arasında yer aldığından, kadın-erkek ilişkileri
konusunda bir yazı dizisine başlamaya karar verdim. Bu yazı bir
giriş niteliğinde oldu; bundan sonraki yazılarımın her birinde
ayrı bir konuyu masaya yatırıp “ilişkiler labirenti”
oluşturmayı planlıyorum. Hepimize hayırlı olsun... :-))))
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder